Nevzat Çelik- Yağmur Yağmasaydı


önce yağmur vardı

adam içerden kekeme adımlarla çıktı
burnunun ucuna düşen gözlüğünü düzeltti
arkadan bağlı değildi kolları
ama o bunu farketmedi
baktı bir ufka yatıp bakar gibi bir ufka
görüşçülerin arasına karıştım
oysa ben değildim aradığı
sarıldılar boynuna adamın
sarılanları tanıyordum
çok iyi tanıyordum

adam öptü onları kokladı
adam birini aradı durmadan
ben değildim aradığı
sendin
usulca ellerimi tutan
seni yağmurların aldığını biliyordu
belki bilmiyordu
adam durmadan seni aradı
adını bağırdım
duymadı

beni benden başka kimse duymadı

barbaros kafe'nin balkonunda oturuyorduk
masada bir eylemin başlangıcı duruyordu
yağmurun altında akşam oluyordu
yağmur yağmasa akşam olmayacaktı
belki bunların hiçbiri olmayacaktı
şiirden ayrılan bir dize gibi kalktın
bir dizesi eksik şiir gibi kalktın
onsekiz yaşını alıp masadan

arabaya bindirdiler adamı
buğulu cama dayadı ıslak burnunu
kolları bağlı değildi farkına varmadı
seni yağmurların aldığını biliyordu
belki bilmiyordu
baktım arkasından koştum arkasından
aramızda sekiz yıl vardı
yağmur ve akşam

bağırdığımı duymadım ama bağırdığımı biliyorum
elini aradım elin yoktu
dehşetle girdim balıkçı pazarına
işte böyle yağmurlu bir akşamdı
sakalım ve kederim yoktu önceden
ve beşiktaş'ta balıklar
    bu kadar pahalı
                değildi
kaç adam düşer balıkçı tezgahına
vurulup tezgahınıza düştüğüm bir akşamdı
kanımın balıkları boyadığı bir akşamdı

seni yağmurların aldığı bir akşamdı

seni yağmurların aldığı bir akşamdı
karnından vurulmuştu o kalbini tuttu
alnından vurulmayı sevmiyordu

            gül dese de şairler


kadavra gibi diktiler karnını
kalbini avuçlayarak kalktı adam
gözlüğünü aradı yüzünde
henüz gözlük kullanmıyordu bunu unuttu
bir leylak geçti önünden eflatun mu ak mı
kokusundan tanıdı bir leylak geçti önünden
baktı arkasından koştu arkasından
seni tanımıyordu bunu da unuttu
buğulu cama dayadı ıslak burnunu

yüzünün ıslaklığını yağmura yordular
belki cama dayamazdı burnunu
biryazgünü açılsaydı kapılar
biryazgünü açılsaydı kapılar
yağmur yağmasaydı
seni yağmurlar almasaydı
ıslığımla okşayacaktım
heybetinden yanına varılmaz
                             dağları
soluğum dağ
kurdun kuşun uğramadığı taze bir şeftali
bir fesleğen bir ıtır bir sardunya kokusu
koşacaktım sana

ihtimal ben kapıyı vurmadan açacaktın
ellerimi bulacaktın


yağmur yağmasaydı
seni yağmurlar almasaydı
nizamiye kapısında dururdun
güneş saçlarında dururdu
görüşçülerin gözlerinde
nöbetçinin kepinde dururdu

kimbilir ellerin nasıl dururdu

kiremit renkli aralık
beni içine alıyordu
sen yoktun
sözlerini bulamadığım
bir şarkının müziği vardı
küçük eski bir yara izi gibi
tüfeklerin dönüp baktığı
bir şarkının müziği vardı
sen yoktun

ben kederimi ellerinden tuttum

yağmur yağmasa akşam olmayacaktı
belki bunların hiçbiri olmayacaktı
yağmurda bütün ışıklar ölüyordu
sakallı bir karanlık yürüyordu
lalezar caddesi'nde çığırtkan sesleri
        sinemalar tiyatrolar sönmüştü
yıldızlar dahil lalezar caddesi ölmüştü

cafe naderi'de oturuyorduk
cadde istanbul kararıyordu
tek tek ölüyordu ışıklar
ellerin ellerimde uyuyordu
gözlerin başka söylüyordu
birden çıkardın tokalarını
saçların omuzlarından aktı
masaya bıraktın


furuğ'la oturmuştuk soltanpur'la kalktın
sakallı karanlık üstümüze yürüyordu
yıldızlar dahil bütün ışıklar ölüyordu
furuğ'la oturmuştuk soltanpur'la kalktın
onsekiz yaşını alıp masadan gülüm
karanlığın üstüne bir şimşek gibi çaktın

ya merg ya azadi

tahran'da akşam oluyordu
geceye dönüyordu yağmur
yoktun

zendan-e evin'de bir şafak
belki astı seni bu kapkara devrim
belki yağmura karıştın
ne asılanların arasında adın
ne yağmurda kokun
olsa duyardım
gecenin yüzüne vururdu
cubların aynasına vururdu
kalbim dururdu

kimbilir ellerim nasıl dururdu


kimselere sormadım seni
cublara bakarak yürüdüm
suretini düşürmedi suya
alnı açık tek bir kadın
seni kimselere sormadım
onsekiz yaşını alıp kalktın
ısrarla uçtu saçların
bir pasdar gelip yapıştı
bir pasdar bir pasdar daha
üçünü de arkamda bıraktım

üç kurşun ıslığı çalıp


tahran'da akşam oluyordu
geceye dönüyordu yağmur
yoktun
yağmur da yoktu

ben kederimi ellerinden tuttum


ıslak burnunu cama dayadı adam
ben kederimi ellerinden tuttum
kolları bağlı değildi arkadan
benim kollarımdaydı bunu unuttum
baktım arkasından koştum arkasından

yanında sen yoktun

ranzamda
açlığın buza kesen ayazında yatıyordum
çiftleşen sıçanların üzerinde
gece huzursuz bir eşkiya gibi
                            kıpırdanıyordu
uyumuyordum
sıçanlar da uyumuyordu
nöbetçiler aç değildi
onlar da uyumuyordu


sen


sen de uyumuyordun
çünkü yoktun


çünkü yağmur yoktu


sıçanlar vardı
ve en iyi onlar bilirdi
açlık grevlerinde
  ölüme yaklaşan insanı
askerlerden sonra çoğalıp
basıyorlardı koğuşu üçer beşer
kaç kez eğilip konuştum
kuşlarla anlaşamamak korkusu belki
belki sen yoktun
belki yağmur
kaç kez eğilip konuştum


ölüm istediği yerde istediği biçimde dursun
ben girerdim düşlerimin çatalağızlarına
çakşırları çatıları okşayan güvercinler
  uzak mavileri çağıldayan kanatlarını açardı
biz çatakta oturur zeytin ekmek yerdik
haki mintanıma yapışan çamsakızları
senin uçurduğun rüzgarları toplardı
tüfeklerin patladığı yere koyardı
kalbimi alıp oraya koyardı

bir çaylak gölgesini koyardı

vururduk çelimsiz gövdelerimizi
  çetelerin sırtlarını verdikleri dağlara
kurşunlar çıvardı da omuzverdiğimiz kayalardan
gidip çaylağın gölgesini vurmazdı
çünkü sen yoktun
çünkü yağmur yoktu


ben kederimi ellerinden tuttum

ellerin platin ve elmas kokuyor
bütün tarihin
   üstün başın
bunu söyleyen ilk kadın
dokunduğum ilk beyaz
                 komünist kadın
                          sendin
çünkü alamazdı kokusunu platinin ve elmasın
platin ve elmas kokan bantu kadın
babama dedesinden geçmiş bu koku
dedesinin yüzünü avuçlarına alıp
özgürlük şarkılarını fısıldadığında kulağına
                                          onun dedesi
her gece korkulu rüyalar doğurur
    beyazların kapı mandalı
babana dedesinden geçmiş bu korku
bir elinde incili ötekinde silahı
zululu savaşçı dedemin dedesini
toprağımıza evimize girip öldürüldüğünde
                        boerli dedenin dedesi

plastik bir leğende
sabun ve su içinde
annesinin rengini az ovduğu
ben karaderili çocuk
bantu çocuk
senjenina mırıldanıyorum
petrol lambasında islenen
sesinden alıp annemin
biraz daha ov anneciğim
akarnan dört kara çocuk
korkmasın
bir küçük beyaz çocuktan
biraz daha ov anneciğim

        biraz daha


her sabah çıkıp langatownship'ten
cilalı bir gece gibi gireyim kentlere
    alnımda karaçalı'nın alnı
biraz daha ov anneciğim biraz daha
korkulu rüyalar doğursun güpegündüz
beyazların kapı mandalı

robben island'da
bir duvar ötemde
kayalara vurduğu yerde
yıllardır kalbimi bir fındık kabuğu gibi sallayan
                            dalgalar kadar yakın
                              dalgalar kadar uzaksın bana
seni kara tenimde yürüyen bulutlar gibi
seni özgürlük
seni kurtuluş gibi düşünüyorum

karda kalmış serçe gibi üşüyorum

üşüyorum


düşük bir satır gibi sırıtıyor nöbetçi
ustura gibi çekiyorum kendimi ranzadan
beynimde bir taşın unufak olma isteği


seni kimlere sormalı


seni
tınısına yenilgi düşürmeyen çığlıklara sormalı

nereden geldiği bilinmez bir uğultu
                 karanlıkların yediği
düşlerimin izdüşümünü karıştırıyordu
ağaçların dalları var mıydı yok muydu
hışırtılar dallarının olduğunu düşündürüyordu
ve aslında
karanlık bir korkunun dallara çıktığı
    adımlarımızın kekelemesinden belliydi

yüreğimi ağzıma getiren kuş
baykuş demişti kırsal bir ses
mola verdiğimizde bacağını kıvırıp altına alan
başının silueti hepimizden yukarda olan
kurşunun ilk değeceği adam

yürüdük sonra
evet yürüdüğümüzü anımsıyorum

sen yoktun


sen hiç yoktun
gibi susuyordum
netleştirmek için
gövdemi

işkenceciyi çıldırtmış olabilir
geceye çalan sakallarımın
hep başka bir yönü göstermesi
yoksa ne diye yolmaya kalksın
olmayan sakallarımı


daha dün değil miydi
olmayan sakallarımın
gizli bir umut gibi
durması


daha dün değil miydi dediğinde
çocuk ellerimin taşladığı karga
güle güle kalkıyor bir ağaçtan
                              bir ağaca
                    o da kalkarsa


kaç paralık ömrün var ki kaç yıllık
                                ha ha ha ha ha ha

ama daha dün değil miydi
biz onsekiz ondokuz yaşındakilerin
uykularına basıldığında bir şafak
on yıl
                                                yaşlanması
daha dün

anımsa

anımsıyorum
yapıişçilerinin kaldıkları oda topraktı ıslaktı
bekarevlerinin duvarlarına sümüklüböcekler haritalar çizer
biz toprağa çizmiştik istanbul'un bütün sokaklarını
sonra geceye yürüdük


sonra geceye yürüdüm o genç ve esmer dili konuşan işçilerle


iki işçi yazı yazmıştı duvarlara
ihtimal elleri kanamıştı
koyarken o duvarların harcını
                         taşını
eğri büğrü yazıyorlardı


ne güzel yazıyorlardı


sonra vuruldu biri
çamura bulandı
elindeki
fırçası

ya mızıkası

ya

mızıkası


bir işçinin koluna girip yürümek miydi
      sözlerini bulamadığım o şarkı

tüfeklerin dönüp baktığı

tüfeklerin dönüp baktığı
      kafiye tutmaz adını
kime sorsam
metruk yapılar gibi kapatıyor
                            kapısını

sic itur ad astra


evet ama
önce dağlara çıkar


buğulanmış camdan burnunu çekti adam
aynı anda kalktı içimden bir sürü vapur
vapur düdükleri sensiz martıları vurur
ne kent taşıyabilir kederini ne deniz
lodos yüzünde bir tokat gibi durur
adam yüzünü döndü istanbul'dan
manuel marcial federico bir de ben
bir gece gizlice kaçtık leon'dan


bizi kamp yerine götürecek olan campesino
yorulmak nedir bilmeyen bir deli
hay dinine yandığımın az yavaş yürüsen olmaz mı
bu campesino keçi soyundan be federico
kurşun sıksan yetişmez arkasından
seni beni bulursa kurşun kampa varmadan
companeroları bulmadan
dağadamı olmadan
federico
yazık olur bize

patria libre o morir

federico söyle
hangimizin yüzünde
                     ölüm

bugün yanında olan yarın ölür
omuz başında hayali yürür

tello'yu anımsıyor musun federico
kışa dönen bir akşam gibi asıktı suratı
çevik yırtıcı bir hayvandı ormanda
fena kurşun atardı düşmana
bu adam asla ölmez derdin
kurşundan önce bulur kötü haber adamı
dağa çıktığının ilk ayı dolmadan
    terketmiş sevdiği kadın onu
federico açma şu kadın meselesini
ağlatma tello'yu

dağda bir ağaçtık suda balık ağaçta maymun
çorbasını yapıp içtiğimiz bir maymunduk biz
irileşti çenelerimiz dişlerimizi kenetlemekten
bir patika gibi tehlikeyle inceldi kaşlarımız
mümkünü yok tanıyamazdın
dağda ormanda birer hayvandık biz
buz gibi sulara girerdik sabahın köründe
      iti atsan durmaz iki dakika
tek bir çıtırtı kaçmaz nöbette
ve üstelik biliriz bu neyin çıtırtısı
hangi ağacın dalı titredi
hangi hayvan hışırdattı yaprağı
dağda ormanda birer hayvandık biz


ve yalnızdık onlar kadar

subtiava'da bir kızılderili vardı
akrabandı senin iyi adamdı
adiac'ın torunları der saklardı bizi
onun kulubesinde başladı ilk
ellerimizin ve kalbimizin
                büyük macerası
yıldızlara çıktık damdaki aralıktan
damdaki aralıktan
ayrılığa çıktık
ayrılık içimi macheteyle biçer
kalbimin kuytuları titredi de dağlarda

        geçmedi senden tek bir haber


adı neydi o kızılderilinin
iyi adamdı akrabandı senin
atabalını alıp çıkardı barrioya
barangan-bangaran
bu akşam yedide meydanda
barangan-bangaran
bu akşam yedide meydanda


akşam gösterilerinde yaktığımız mumlar
çobanateşleri oldu barriolarda
her barrioda dağateşleri gülüm
sizinkiler yürüdü
adiac'ın torunları
bakır ve kalay madenleri yürüdü
kauçuk plantasyonları andlar
bütün latin amerika yürüdü
kalbimin kuytuları titredi de
geçmedi senden tek bir haber

devrim kentlere yürüdü

prio reis
yaşlı kurt
jesus christ'i dinletirdin bize
dipteki masada ikimiz
ağızağıza verir konuşurduk
asımsadın mı
bira parası değil
şiir verirmiş sana ruben dario
çok yıllar geçti reis
kaldı mı bilmem
dipteki masada
izimiz

sana dağı ve hapishaneyi getirdim
                          şiiri bir de
mutlaka gelmiştir
saçlarını kestiyse bir oğlan çocuğu gibi
kara bir gözlüğün ardına gizlediyse gözlerini
yürüyüşünü ne yapsın reis
                            gülüşünü


gülüşü bir rüzgardı
kuşların kanadına binip giden
kuşların uçma merakına
onun rüzgarları neden
bıçaklarımla keserim gürültüyü
eski plaklardan koy
üç de bira getir reis
sen
ben
  bir de onun hayali
karşılıklı içeriz


kollarım bağlı
değildi
bunu
anladım
oyunhavaları
klarnet
darbuka

rakı

rakılı
uzun masalarda insan kendini eğri çakar

benim içimde zenci bir akşam vardı
pastoral bir ay utanmasız soyunuyordu
çobanköpekleri kalın havladı
kuşluk vakti sokuldum ranzama
oyunhavaları klarnet darbuka rakı
benim içimde zenci bir akşam vardı
çingeneler küstü

oyunhavaları
klarnet
darbuka


küstü


saksofona döndüm yüzümü


ipince girdi geceye soprano saksofon
öldürülenler ambrosia içer dedi
öldürülenlerin ölmediğini saksofon söyledi
o dere bu dere miydi diye sordum kızıl
    dere miydi kalbimin ufkuna kıvrılarak yatmış
    her kıvrımı bir başka türlü baruta batmış
allegro dedi içimdeki maystro
                        allegro be

bacaklarım uzadı da

sokaklara sığamadım

sokaklarda
sen


yoktun


ben kederimi ellerinden tuttum

arananlar listesinde afişe olmuş yüzün
şarkıların ve polisin bilmediği adını
kafiye düşmez adını
bağırsam



                            bağırsam

duvarlarda yüzün kalmış
gidip gördüm
kimseler görmedi
ellerimi yüzüme sürdüm

ellerim yüzümde geziyorum

yağmurlar yağmazdı eskiden böyle

günlerdir yüzümün ıslaklığını yağmura yordum

sen yoktun
belki yağmur

ben kederimi ellerinden tuttum

kalkıp oynayabildiğime göre despina'da
    oyunhavaları da bilmem üstelik
kollarım bağlı değildi bunu anladım
çingeneler klarnet darbuka rakı
kalkıp oynayabildiğime göre despina'da
kollarım bağlı değildi
                                bunu anladım


yanımdaki kadın kimdi

sen değildin buna eminim
senin ellerinden elleri vardı
belki bu yüzden vardı
ve hatta gözlerinden gözleri vardı
belki bu yüzden vardı
ama sen değildin
buna eminim

gülüşün bir rüzgardı senin
kuşların kanadına binip giden
kuşların uçma merakına
senin rüzgarların neden

nerdesin







musluğu açan ellerinde
belli değil
su mu akardı
            gümüş mü

nerdesin


yoruldu kalbim
kadınlarda
aramaktan
seni

tüketiyorum onları

kendimi


                            nerdesin


bir akşam vakti zifiri düşündüm

bir tuhaf dursa da kadifeler
                                hatmiler

        cudi dağı'nın cayırtısına sarınıp yürüdüm


kolu kanadı kırık bir çıkrık gibi duruyor evin
az ötede suluboya bir dere akıyor gibi
                                              akmıyor gibi
çocukların çite yaslanmış hayali bakıyor gibi
                                                        bakmıyor gibi


duvarlardaki kurşun oyuklarına batıyor
uzayan gölgeleri

                fısıltılarımızın



baban
o dev gibi adam
varla yok
      arası
kendi dilinde gizlice büyüyor küçük kardeşin
örüp çözüyor
çözüp örüyor saçlarını annen
    gölgesi geceden kara
bir gülebilse
nar gibi saçılacak odaya

kahkahan


şilan
muhtar fena adam
ihbar edecek beni
korucu düdükleri
yırtıyor geceyi

    korkudan

kalbimin haritaları karıştı
birbirine çıkmıyor yolları
ne izin var yırtılan gecede
ne kederimde tutunacak bir dal
hoşçakal şilan'ın annesi
babası kardeşi
                ülkesi



hoşçakal


dedesi bırakmıyor yatmaya
martıları kanatsız düşünmek


gözümü açıyorum turuncudan kırmızıya



çünkü yakamozlar aklımı çeliyor


bu bağırmak ne ayışığı


                            Ocak 1988 - Mart 1990





Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

bir çiçek kanıyor

rastlantı ve kaos 2006

yeni çaycımız harika usta